Türk-Ermeni Barışmasında Atılması Gereken Adımlar

Taner Akcam

Türk-Ermeni Barışmasında Atılması Gereken Adımlar

I.GÜN
GİRİŞ
Bu yazı esas olarak Türk-Ermeni ilişkilerine yeni bir yaklaşım önermek amacıyla kaleme alınmıştır. Bugüne kadar, soruna, sorunu yaratan eski paradigmalar içinden yaklaşıldığı ve bunun değiştirilmesi gerektiği yazının ana tezidir. Bu paradigma en genel anlamıyla, Osmanlı devletinin dağılması, ve bu süreçte çeşitli din-ulus grupları arası ortaya çıkan çatışmalardır. Bu çatışma sürecinde, her bir grup, belli bir toprak parçasının kendisine ait olduğunu iddia etmiş ve bu toprağın sınırları içinde kalan ve kendisinden olmayan, “öteki” diye tanımladığı ulus veya din gruplarını etnik temizlik veya göç/sürgün yolu ile yok etmeyi tercih etmiştir. Ermeni-Türk meselesi böyle çatışmanın ürünü olarak ortaya çıkmıştır ve hala bu paradigmanın kavramları ile ele alınmakta ve anlaşılmaya çalışılmaktadır. Benim bu konudaki teklifim, sorunun yeni bir tarzda kavramlaştırılmasının gerektiğidir. Önerim sorunun ulus-devletlerin demokratikleşmesi meselesinin bir parçası olarak uluslar arası adalet paradigması alanına taşınmasıdır. Bunun anlamı şudur: Çatışma artık iki tarafın toprak ve sınırlar üzerinde yürüttüğü bir çatışma olarak geçmişten miras kalmış bir sorun olarak görülmemeli, bunun yerine her iki toplumun bugünkü demokratikleşmesi meselesinin bir parçası olarak; yani bir insan hakları sorunu olarak ele alınmalıdır.

Demokratikleşme meselesi
Bu demektir ki, Türkiye ve Ermenistan iki komşu devlet olarak her ikisi de demokrasiye geçiş sürecinde olan iki ülke olarak kendi demokratikleşmelerinin ve bölge ilişkilerinin demokratikleşmesinin bir parçası olarak konuya yaklaşmalıdırlar. Türkiye AB’ye kabul edilmek üzere olan; Ermenistan ise SSCB’den ayrıldıktan sonra bağımsızlığını kazanan, geçiş sürecinde ülkelerdir. Her iki devlet de geçmişleri ve demokratikleşme meselesi ile kendilerini ve “öteki”nin kimliğini yeniden tanımlama sürecindedirler. Kendi öz kimliklerinin demokratik bir temelde tanımlanabilmesi ise, her iki toplumun da ötekini geçmişi üzerinden değil, bugünün örüntüsü içinde yeniden ve derinlemesine tanımlamak zorundadır. Böylesi bir sürecin başlayabilmesi için iki toplumun da birbirleriyle doğrudan ilişki içine girmesi ve geçmişin tutsağı olmaktan kurtulmaları gerekir. Bunun yolu ise, her iki toplumun da geçmişleriyle, bugünleri arasında açık bir ayrım yapmayı başarabilmeleridir. Zor olan veya sorun olan, geçmiş ile bugün arasında bir ayrımın henüz yapılmamış olmasıdır.

Temel argümanım, bugünkü Türk-Ermeni ilişkilerinde, geçmiş, bugün ve gelecek arasında farklılıkların hemen hemen hiç olmadığıdır. Geçmişle bugün arasındaki sınırlar silinmiş, bir çeşit zamansızlık duygusu ortaya çıkmıştır. Tina Rosenberg, Doğu Avrupa toplumları üzerinde, onların geçiş süreçlerini gözledikten sonra şu tesbitte bulunmuştu: “Öğrendiğim ilk ders şu oldu: Bazı toplumlar geçmişle uğraşmıyorlar, çünkü geçmiş hala onlarla birlikte yaşıyor.” Benzer şekilde Türk-Ermeni ilişkilerinde de geçmişin hali hazırda bizimle birlikte yaşar olması ve bakış açılarının, karşılıklı ilişkilerin ve aktörlerin değişmediği hissinin sürmesi durumu var. Bugünün aktörleri, atalarının tarihsel figürlerinin arkasına gizlenmiş bir biçimde aynen ataları gibi davranmaya devam etmektedirler. Bu aynılığın inandırıcı olabilmesi için tarafların, “öteki”nin kollektif kimliğinin zaman içinde değişmeden kaldığını kabul etmesi gerekiyor. Geçmişin asıl failleri ile kurbanları arasındaki ilişki fiktif bir soyağacı yaratılarak bugüne aktarılıyor. Böylesi bir bağı kurmanın doğal sonucu olarak da bugunün kollektif kimlikleri ve geçmiştekiler arasında aynılık hissi doğuyor.

Kurgusal kavramlar:“Türk” ve “Ermeni”
Görmek gerekiyor ki, bu mantık tarihe ikili bir yaklaşımı gerekli kılıyor. Birincisi tarihin bir anı (1915) esas alınıyor ve bu an tarafları tanımlamak için kullanılıyor. İkincisi ise, bugünkü Türk ve Ermeni tarafları tanımlanırken koskoca bir tarihsel süreç yok sayılıyor. Tarihsizlik bugünün temsilcilerinin birbirleri ile ilişkilerini belirlemede esas alınıyor. Sonuç olarak bugün Türkler ve Ermeniler bir diğeri için bir nevi soyutlama, bir tarihsel genellemeden başka bir şey değildir. Ortada kullanılan “Türk” ve “Ermeni” kavramları bir kurgudan ibarettir. Bir başka deyişle, tarihsel olarak tanımlanmış, bugün yaşayan Türk veya Ermeniyi tanımlayan kategoriler yerine, içi boş kurgulamalarla karşı karşıyayız. Sonuç olarak diyebiliriz ki; Türk demek Ermeni olmayan, Ermeni demek ise Türk olmayan demektir.

Geçmişle bugünün zamansız bir bölgede hemhal edilmesi operasyonu olarak da tanımlayabileceğimiz bu mantık ile tarih de donmuş hale sokuluyor. Bu donma bölgelerinin oluşma ve pekişmesinde Soğuk Savaş döneminin büyük rolü oldu. Şimdi SSCB’nin dağılması ile birlikte bu buzlar erimeye başladı ama bu buzlanmanın doğal sonucu olarak her iki taraf (Türk ve Ermeni) birbirlerini Soğuk Savaş öncesi dönemde tanıdıkları tarzda algılamaya devam ediyorlar.

Her iki toplumun da dün ve bugün arasında ayırım yapamamaları ve geçmişin tutsağı olmaları bu toplumların hala travmatik bir durumda olduklarının işaretidir. Belli bir travmayı hala yaşamaya devam eden toplumların geçmişle bugün arasındaki farkları görebilmelerinin ve geleceği inşa edebilmelerinin yegane yolu, geçmişleri ile yüzleşmeleri ve birbiriyle doğrudan ilişki içine girmeleridir.

Özür Dileme Çağı
Özür dileme siyaseti 20.yy’da öyle bir hal almıştır ki, bazıları çağımıza “Özür Dileme Çağı” adını bile takmıştır. Bu özür dilemeler, tarihin bir yerinde yapılmış yanlıştan kendisine pay çıkaran değişik kesimler tarafından yapılıyor. Bu da yerine göre, ya bireyler, meslek adamları, ticari organizasyonlar, dinsel liderler gibi sivil kuruluşlarca ya da devlet temsilcileri, hükümetler, devlet başkanları gibi resmi kişilerce yapılıyor. Özür dileme patlamasının arkasında yatan nedenler hakkında değişik fikirler ileri sürülmektedir. Küreselleşme, ulus-devletlerin yıkılması, Nazi Soykırımı’nın etkisi bu izah tarzlarının başında geliyor. Elazar Barkan özür dilemelerde dünya çapında yaşanan patlamayı, “uluslar arası ahlak” kavramının yeniden önem kazanmasıyla açıklıyor. Bu konuda kafa yoran bir başka bilim adamı John Torpey’e göre ise “politik özür” Holocaust yani Nazi Soykırımının ne anlama geldiği konusunda yürütülen başarılı çalışmaların sonucu ortaya çıkan uluslar arası normların bir ürünüdür. Torpey, Nazi Soykırımının bu tür özürler için küresel bir ölçüt oluşturduğunu düşünüyor. Michel-Rolph Trouillot’ya göre ise özür dileme dalgası, politik düzeyde, bireysel özgürlüklerin kollektif özgürlükleri galebe çalmasının bir ifadesidir.  Küreselleşen dünyamızda farkında olmadan kollektif kimliklere sanki bireysel kimliklermiş gibi davrandığımızı ve onlara bireysel kimliklere ait “ayıp”, “onur”, “suç”, “haysiyet”, “gurur” gibi kavramlarla yaklaştığımızı söyleyen Trouillot, kollektif kimliklerin aynen bireysel kimlikler gibi yerleşmiş ahlaki kategorilerle ele alındığını ekliyor. Jeffery K. Olick ve Brenda Coughlin ise bu görüşe katılmıyorlar ve esef, keder, ya da pişmanlık diye çevirebileceğimiz “regret” duygusunun artışını, devletin yeterli psikolojik savunma mekanizmaları geliştirememesinin bir işareti, yani devletin bir zaafı olarak görüyorlar. Bu açıdan bakıldığında, onlara göre özür dilemek bir kollektif kimliğin örneğin ulus-devletin çöküşünün bir işaretidir.  Jurgen Habermas’a göre ise tarihin “geçici ufku tersine çevrilmiştir” ve “bugün, geçmişin ürküntüsü, kurbanların anıları kendimize dair görüşlerimize esin veren 19. ve 20.yy ütopyalarının yerini almaktadır”. Habermas’a göre artık ütopyanın kendisi değil, onun kurbanlarını hatırlamak daha önemlidir ve kurbanları hatırlamak kollektif kimliğin en önemli parçası olan ahlaki değer yargılarımızın sorgulanamaz temelini oluşturmaktadır.

Bernard Giesen büyük ütopyaların yıkılması ya da kültürel anlamda kurban edilmesi gibi genel kalıpsal fikirleri doğru olsalar bile tek başlarına yeterli bulmaz. Bunun bir nedeni, büyük ütopyaların yıkımının değişik toplumların belleklerinde değişik biçimlerde anılara dönüştüğü gerçeğidir. Giesen’e göre iletişimdeki hızlı gelişmeler, insanlar, kültürler ve bölgeler arasındaki mesafelerin giderek önemini yitirmesi sonucunu uluslarlarası iletişim ve grupların birbirini gözleme tarzları öylesine değişmiş ve gelişmiştir ki, bu yeni koşullar yeni tür itiraf ritüellerinin gelişmesine yol açmıştır. Giderek yakınlaşan dünyada artık “öteki” görülmez yabancılar değildir, aksine öylesine yakındırlar ki onları hergün görebilir ve iletişim kurabiliriz.   Böylece “öteki” ni tanımlamakta kullandığımız tüm küçültücü eski klişeler artık kullanılamaz hale gelmiştir.  Bunun bir sonucu, düşmanı aşağılamadan duyduğumuz onurdan ya da etnik saflığımızı sağlamak için başkalarını imha etmek üzerine oturtulmuş olan şanlı tarihimizden sözetmemizin artık anlamını yitirmesidir. Ona göre kültürel hafızanın yaşaması ancak olayların ağırbaşlı ve ciddi milli bir mesele olmaktan çıkıp, tehlikesiz folklor düzeyine aktarılması ile mümkündür. Hafızanın edindiği bu yeni biçim, dışarıda bıraktıklarına artık saldırmak zorunda değildir, hatta turistlerin ilgisini çekmesi bile muhtemeldir. Böylece artık muzaffer olan yerine kurbanın, gelecek yerine geçmişin, içeridekilerin homojenliği yerine dışarıda kalanların kader arkadaşlığı, geçmiş ve gelecek arasındaki devamlılık yerine tarihsel kesintilere odaklanmak mümkün olacaktır.

Özür dileme siyaseninin bu denli yaygınlaşmasının elbette bu izah tarzları dışında çok basit bir biçimde açıklanması da mümkündür. Özür dilemenin sonuçta ciddi hiçbir bedeli yoktur. Özür dileme çabalarının çoğu, hatta hepsi, geçmişte yaşanmış bazı “kötülüklerin” acısını teskin etmeye yönelik ucuz çabalardır. Özür dileme ciddi politik analizcilerin ve gazetecilerin sıkça dile getirdikleri gibi içi boş jestler dışında hiçbir anlam ifade etmemektedir. Bu eleştiri, kendi içinde ciddi haklılık payı taşısa bile görmek zorundayız ki özür dileme geleneği ulusalarrası ilişkilerde yeni standartlar ve yeni normların geliştirilmesine katkıda bulunmaktadır. Özür dilemenin arkasında hangi gerçek olursa olsun, önemli olan bu akımla birlikte artık tarihle yüzleşme meselesi, yeni paradigmaların içine yerleştirilmiştir.
 

 

“Özür Dileme” örnekleri
1970

Batı Almanya Şansölyesi Willy Brandt, eskiden Varşova Gettosu’nun olduğu yerde, diz çökerek Almanya’nın soykırımdaki sorumluluğunu, bundan duyduğu suçluluk duygusunu, üzüntüyü dile getirdi.

1988,

ABD, II. Dünya Savaşı sırasında toplama kamplarında “enterne” edilen Japon asıllı Amerikan vatandaşlarından resmen özür dilediği gibi, enterne edilenlerden halen sağ olanların herbirine 20’şer bin dolardan toplam 1.2 milyar dolar tazminat ödenmeye ve bu kesimin kültürel ve tarihsel meselelerini kamuoyuna duyurmalarında kullanılmak üzere 50 milyon dolarlık bir fon oluşturulmasına karar verdi.

1993

Güney Afrika Cumhuriyeti Başbakanı F.W. de Klerk “apartheid”  (ırk ayrımı) politikalarından dolayı özür diledi. Nelson Mandela da Afrika Ulusal Kongresi tarafından “düşmanlara” karşı yürütülen katliamlardan dolayı özür diledi.

Japonya Başbakanı Tomiichi Murayama 1937’de 200 bin Asyalı kadının Japon askerleri tarafından seks kölesi olarak kullanılmasından dolayı özür dilerken, Asyalı kadınlar için bir de fon kurdu.

İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth 1863’de Maorilerin topraklarını ellerinden aldıkları için Yeni Zelanda hükümetinden özür diledi, 39 bin dönümlük toprağı Maorilere iade etmekle kalmadı, ayrıca 112 milyon dolarlık tazminat ödemeyi kabul etti.

1996

ABD Enerji Bakanı Hazel O’Leary 1944-1974 yılları arasında yapılan radyasyon denemelerinden sağ kalan son kişiden özür diledikten sonra olaydan etkilenen 11 ailenin sağ kalan üyelerine 4,8 milyon dolar tazminat ödeneceğini açıkladı.

1998

Kanada hükümeti ülkenin yerlilerine karşı yürütülen geçmiş politikalardan dolayı resmen özür diledi.

Vatikan, Nazi soykırımına sessiz kaldığı için özür diledi.
1999

Danimarka Başbakanı Poul Nyrup Rasmussen ABD’ye askeri üs açmak için Grönland’ın yerlileri olan Inuitleri göçe zorladıkları için özür diledi.

2000

Hollanda hükümeti, geçmişte verdikleri zararlardan dolayı Yahudiler, Çingeneler ve Endenozyalılardan özür diledi ve 180 milyon dolar tazminat ödemeyi kabul etti.

2002

Belçika hükümeti Kongo Başbakanı Patrice Lumumba’nın öldürülmesine karıştıkları için özür diledi ve Kongo gençliğine ve demokrasisine adanmış bir fon kurdu.

Norveç Parlamentosu II. Dünya Savaşı sırasında ülkeyi işgal eden Alman askerlerinin geride bıraktığı 12 bin gayrimeşru çocuğa, yetişmeleri sırasında ayrımcılık yapıldığı için tazminat ödemeye karar verdi.
 

——————————————————————————–

II. GÜN
Türkiye tarihi ile yüzleşmekte neden zorluk yaşıyor?
İzin verirseniz bir soruyla başlamak istiyorum: Türkiye neden geçmişiyle yüzleşmekten kaçınıyor? Kaçınmak sözcüğü aslında durumu anlatmakta yetersiz bile kalıyor. Ermeni soykırımı meselesi açıldığında Türkiye’nin gösterdiği direnci anlatmak için kızgınlık ve saldırganlık daha açıklayıcı bir terim olabilir belki. Sorunun cevabı ilk bakışta çok basittir. Türkiye haksız şekilde suçlandığını düşünmektedir ve bu koşullar altında savunma pozisyonunda olması gayet anlaşılır bir durumdur. Ancak meselenin  kadar basit olmadığını söyleyebilecek güçlü nedenlerimiz var. Haksız bir şekilde suçlandığını düşünen bir kişinin, suçlayan ile yüzleşmesi, kanıtlar istemesi ve iddialara karşı kendi tavrını koyması beklenir. Türkiye 90 yıldır böyle yapmadığı gibi, son ceza kanunu ile konunun tartışılmasını suç haline getirmeyi bile planlamaktadır. Bu da durumu anlamak ve çözüm önerileri getirmek için konuya daha derin bir bakış atmamızı gerekli kılmaktadır.

Toplumsal Bellek Yitimi
Türkiye’nin geçmişe ilişkin tavrını iki biçimde ele alabiliriz. Önce genel bir gözlemle başlamak ardından da özel meseleye yani Ermeni soykırımına gelmek istiyorum. Türkiye’deki tarih bilinci eksikliği çok çarpıcıdır. Bu amnesia (bellek yitimi) durumunu sosyal bir hastalık olarak görmek bile mümkündür. Üstelik bu hatırlamada zaaflar gösterme hali sadece Birinci Dünya Savaşı dönemine ait değildir. Aynı şekilde 1960’lar ve 1970’ler de uzun bir süredir toplumsal belleğin dışına çıkarılmıştır. Geçmişi tartışmaya ilişkin gönülsüzlüğü anlatmak için Türkçe’de bir deyim vardır: “Boşver, takma kafana”. Bu sözcükler, günlük konuşmalarda sık sık  kullanılır ve “geçmiş önemli değildir, geçmişle uğraşmak sağlıklı bir iş değildir” anlamına gelir. Bunun ardında yatan nedenlerden biri Anadolu İslamının içine sinmiş olan kadercilik duygusudur.  Böylece sadece Ermeni soykırımı değil (kaldı ki bu Türk kültürel mantığına göre neredeyse “antik” dönemlerde kalmış bir olaydır), yakın ya da uzak geçmişte olan herşey unutulmalıdır.  Türk toplumu unutmaya meyyaldir ve unutmayı marifet sayar. Bunun Türkiye’nin mevcut problemlerinde büyük payı olduğunu söyleyenler şüphesiz haklı olabilirler. Çünkü Türk toplumu ta ki beklenmeyen bir patlama veya zorunlu dayatma ile kendisini dayatıncaya kadar mevcut sorunlarının ne olduğu ve çözümlerinin karşısına çıkıncaya kadar, mevcut sorunlarının ve çözümlerinin ne olduğu yolunda kafa yormak yerine onları bilinmez bir geleceğe ertelemeyi tercih etmektedir. Türk kültürüne sinmiş olan bu herşeyi bilinmez bir geleceğe atma arzuları bir başka tarihsel olgu ile daha da pekişmiştir. İmparatorluğun yıkımından sonra kurulan yeni cumhuriyet kendisine yeni bir tarih icad etmek zorunda kalmıştır. Bilindiği bir ulusun inşaası sürecinde bir parçasına sahip olmak ve bunun içinde yaşayanların da homojen bir grup olduklarını iddia etmek gereklidir ancak bunlar yeterli değildir. Bu “etno-kültürel” ya da “etno-dinsel” olarak da tanımlanacak sözde objektif unsurlara bir de subjektif faktor, yani “kollektif bellek” eklemek gerekir.

Cumhuriyet: Sıfır Noktası
Kollektif bellek, “hayal edilmiş” ulusun ulus-devlete dönüşmesi için gerekli psikolojik temeli oluşturur. Kollektif belleğin yaratılmasında, o grubun tarih içindeki deneyimlerini yansıtan “ortak bir tarih” in yazılması önemli rol oynar.  Burada amaç, ulusu oluşturacak grubun üyeleri arasında geçmiş ortak davranış kalıplarını sürdürdüklerine dair ortak bir duygu yaratmaktır. Ernest Renan’ın gözüpek ifadesi ile “bir devlet sadece geçmişin deforme edilmesi ile oluşabilirdi. Bir ulusun yaratılması geçmiş deforme edilmeden mümkün değildir.” Geçmişin bozunuma uğratılmasının en bilinen biçimi ise unutmaktır. Bu görevi yerine getirirken, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları ilave bir sorun ile karşılaştılar. Kemalist kadroların elinde Türk ulusal kimliğini oluşturmak ve bu kimliğe meşruiyet kazandırmak için kendi yakın geçmişlerini de kapsayan bir geçmiş kurmakta zorlandılar. Bunun temel nedenlerinden biri İslam dininin uluslaşmaya izin vermeyen, daha doğrusu buna gerek duyurmayan karakteriydi. Bilindiği gibi İslam dini, Osmanlı imparatorluğunda etnik kimlikler kendilerini İslam dini ile tanımlayarak, birarada yaşamalarını sağlamıştı. Hatta bu öyle bir noktaya varmıştı ki, İslamın ulusal kimlikler karşısındaki egemen konumu yüzünden, neredeyse tüm İslam öncesi Türk tarihi unutulmuştu.

Yeni yöneticiler yeni bir Türk tarihi bulmak ya da icad etmek için Osmanlı’nın altı yüz yılını atlamak ve çok gerilere gitmek zorunda kaldılar. Bu nedenle Cumhuriyetin yeni yönetici kadroları, Türklük duygusunu yaratmak uğruna yaşanan Osmanlıyı unutturmak ve Osmanlı ile bağıntılı kollektif hafızayı yoketmek için bir çok adım atmak zorunda kaldılar. Örneğin 1928’de Arap alfabesi yerine Latin alfabesi getirildi. İzleyen yıl Türkçe’yi yaygınlaştırmak ve bazı durumlarda Türkçe sözcükler icad etmek üzere Türk Dil Kurumu kuruldu. Dilin Türkleştirilmesi öylesine radikal bir şekilde yapıldı ki, sonraki kuşaklar artık 1930 öncesinde yazılmış hiçbir belgeyi okuyamaz hale gelmişti. Osmanlıca Cumhuriyet kuşağı için yabancı bir dil haline geldi. Bunun sonucu geçmişle bağların artık bu konuyla devletin istediği tarzda ilgilenen tarih profesörlerinin tanımladığı şekilde kurulması oldu. Bir toplumun 1928’den önceki tarihiyle bütün ilişkilerini birden koparmış olmasını kavramak zordur. Gerçekten de bugün Türkiye’de -Osmanlıcayı bilen küçük bir azınlık dışında, hemen herkes aile büyüklerinin, hatta ana-babasının yazdığı mektupları, günlükleri bile okuyamaz haldedir. Bu gün Türk toplumu geçmişi kendi öz deneyimleri ve sözlü gelenekler aracılığıyla kavramaktan başka yola sahip değildir. Türkiye’ye ve Türk insanının geçmişe yaklaşımına ilişkin bu gözlemler, her ne kadar Ermeni soykırımı meselesinin Türklerde neden böyle sinirli bir tepki yarattığını açıklamakta yetersiz kalsa da, Türklerin içinde yaşadıkları sosyal amnesia (sosyal unutma) halini anlamakta yararlı olacaktır. Bu noktada Ermeni meselesine ilişkin tepkileri anlayabilmek için başka hassasiyetlerin altını çizmek zorundayız:

1. Suçlu bulunma ve/veya ayıplanma korkusu
Türkiye’nin geçmişi ile yüzleşmesinin neden güç olduğunu kavramak için akla gelen ilk neden, suçlu bulunmak ve bundan dolayı utanç içine girmenin yarattığı korku duygusudur, diyebilir miyiz? Sosyolog Ruth Benedict’in dünya yüzündeki toplumları genel olarak “suç” ve “ayıp” kültürleri olarak ikiye ayırdığı bilinir. Benedict’in yaptığı ayrıma göre “suç kültürleri” geçmişte yapılan yanlışlıklar üzerine konuşmaya kendilerini mecbur hissederler, “ayıp kültürleri” ise geçmişin yanlışlıkları üzerinde konuşmayı reddederler. Geçmişi suskunlukla geçirirler. Türkiye’de bu değer yargılarından hangisi daha ağır basmaktadır? Araştırılması gereken ilginç bir sorudur bu. Fakat ister “suç” kültürünün ister “ayıp” kültürünün etkisinde olsun, Türkiye’nin şu anda içinde bulunduğu durumu en iyi  Nazi kasaplarından Adolph Eichmann’ın sözleri anlatmaktadır. Bir rahibin onu günah çıkarmaya teşvik etmesi sırasında Eichmann, “Olayların üzerinden bunca zaman geçtikten sonra, size kalbimde şüphe tohumları yeşertme izni veremem”der. Türk devleti veya Türk toplumu da benzer bir sorunla karşı karşıyadır.  Bir ulusal kimlik-devlet yarattıktan 85 yıl sonra, geçmişin kabahatlarini yüklenmek ve bunun maddi-manevi sonuçlarına katlanmanın bedeli ağır olsa gerektir. Hele de bu suçun farkına varmak demek, Türk ulusal kimliğine ve bunun algılanış biçimine ciddi bir darbe vuracak, hatta yıkacak bir karakterde ise. Kısacası Türkiye, Türk toplumunun tarihsel dokusunu tümüyle tahrip edecek bir tarihi gerçekle yüzleşmekten kaçınmaktadır.

“Gizli Şiddet”
Bu olguyu, yeniden Habermas’ın bir teziyle açıklayabiliriz. Habermas, toplumların sosyal dokuları ve kurumları içine yerleşik, gizli bir şiddet olgusunun var olduğuna dikkat çeker. Habermas bu şiddet sayesinde, toplumun tümü tarafından benimsenmiş bir iletişim biçimi yaratıldığını savunur. Bu “kollektif iletişim tarzı” sayesinde, hem bazı olguların toplumun dikkatinden kaçırılması başarılır hem de toplumda gözle görülmez bazı sınırlamaların yasallaştırılması sağlanır. Burada önemli olan nokta, toplumun bu tarzda örülmesinin, yapılanmasının toplumun yöneticileri tarafından topluma açık bir biçimde empoze edilmediğidir. Aksine bu yapı, yönetilenler tarafından farkına bile varılmadan içselleştirilmiştir. Zamanla topluma egemen olan bu iletişim metodu konusunda sessiz bir konsensus doğar.  Habermas’ın “gizli şiddet” adını taktığı bu iletişim metodu sayesinde, toplumun kaçınması istenen konular sadece geçmişe havale edilmekle kalmaz, giderek unutulmasının hayırlı olduğu konusunda sessiz bir anlaşma sağlanır.

Freud bu durumu insan psikolojisi açısından son derece olağan bulur. Ona göre bir insanın hoşlanmadığı bir fikri ya da olayı önemsiz bulduğunu söylemesi ve giderek ona karşı argümanlar geliştirmesi insan doğasının bir parçasıdır. Bir toplum için de hoş olmayan şeylerin önemsiz kılınması ya da onu reddetmesi gayet doğaldır. Bu Ermeni Soykırımı konusunda da böyle olmuştur. Nahoş olaylar giderek kamuoyunun gündeminden “haksız” olarak nitelenerek dışlanmış, hatta daha ileri gidilerek böyle bir olayın var olmadığı ileri sürülmüştür. Soykırımla ilgili olarak toplumsal düzeyde bir duygusuzluk hali gelişmiş gibi görünmektedir.

Toplumsal Hafızanın “Kara Deliği”
Şu ana kadar hep toplumdaki “iletişimsel gerçeklik”ten söz ediyorum. Eklemek gerekir ki, bu iletişimsel gerçeklik toplumuların düşünme ve varoluş biçimlerini; duygularını tanımlandığı inanç sistemlerini yani toplumların tüm sosyal-kültürel ilişkiler örüntüsünü belirlemektedir. Bahsedilenler ve bahsedilmeyenler ayırımı yaptığınızda, bu “iletişimsel gerçeklik”in, topluma has kollektif bir sır da yaratmaktadır. Daha doğrusu, “iletişimsel gerçeklik” toplumun sırlarını örten bir örtü haline de gelmektedir. Benim düşünceme göre Ermeni soykırımı Türk toplumunun bu tarz bir kollektif sırrıdır ve bu soykırım toplumsal hafızanın “kara deliğine” yollanmış durumdadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri bu konuda kollektif bir “suskunluk koalisyonu” devrededir. Ara sıra bizi dışardan rahatsız edenlere duyduğumuz kollektif toplumsal öfkemizin bir nedeni de budur. Kendimiz hakkında, düşünme ve varoluş tarzım konusunda, bizi bir yorgan gibi saran, kurduğumuz “iletişimsel gerçeklik” saldırıya uğramaktadır.

Bugün, eğer Türk toplumu tarihi ile yüzleşmek zorunda kalırsa, sosyal kurumlar, zihniyetler, inanç sistemleri, inanışlar, kültür ve hatta dil de dahil olmak üzere her şey sorgulanmaya başlayacaktır. Herşeyin ötesinde, bir toplumun kendisine ait algılayışı da sorgulanır olacaktır. Şüphesiz bu sorgulamananın yıkıcı ve zarar verici etkileri olacaktır. Bir toplumun 85 yıldır özenle oluşturduğu sosyal gerçekliğini bir kalemde yıkmaya hazır olmasını beklemek açıktır ki kolay değildir.

 

Ermeni iddialarının ortaya çıkışı
Gerek Sovyet Ermenilerinin tarihle açık konuşmalarının yasaklanması gerekse, dünyanın dört bir yanına dağılan Ermeni toplulukların kendilerini toparlamalarının bir kaç kuşağa mal olması, Ermeni soykırımının dillendirilmesini oldukça geciktirdi. İlk soykırımı protesto ve tanınmasını isteme eylemleri 1960’lı yılların başlarına gider. Bu dalgayı, ASALA terör örgütünün devam ettirmesi ise asla tesadüfi değildir. ASALA 1968 gençlik eylemlerinin bir ürünüdür ve Almanya, İtalya, Türkiye örnekleriyle kıyaslanarak anlaşılabilir. Adı geçen tüm bu ülkelerde gençlik hareketlerinin, “ulusun kurtuluşunu” amaçlayan silahli mücadele örgütlerini doğurması tesadüfi değildi. Tüm bu ülkelerde, ulusal kimliğin oluşumu tarihi büyük ölçüde, kırılmalar, yenilgiler ve iktidar kayıplarını da içeren büyük travmalar biçiminde yaşanmıştır. “Taciz edilmiş” bir tarih ve ulusal kimlik ortaya çıkmıştır. Böylesi bir kimliğin önemli özelliklerinden birisi, kendine olan güven kaybı ve yaralanmış ulusal onurdur. “Yaralı ulusal onur”un en negatif özelliklerinden bir tanesi, sivil davranış normlarının kabulünde zorlanılması ve şiddete başvurma yatkınlığıdır.

ASALA’nın terör eylemleri, tıpkı belki benzeri tüm terör eylemlerinde olduğu gibi, kısa vadede belki ortada bir sorunun olduğunu hatırlattı ve sorunu gündeme taşıdı ama uzun vadede taraflar arasına aşılması çok zor uçurumlar açtı. Bugün, Türkiye’nin en “rasyonel” “dengeli” kurumlarının başında sayılan Türk Dışişlerinin Ermeni soykırımı meselesinde kraldan daha çok kralcı olması ancak geçmişte kurban verdiği mensuplarının acısı ile açıklanabilir.

 

——————————————————————————–

III.Gün
2. Cezalandırılma korkusu
Türkiye toplumunun tarihsel gerçeklikle yüzleşmekten kaçınmasının ikinci bir nedeni cezalandırılma korkusu olabilir mi? Kamuoyundaki yaygın kanıya göre “Eğer Ermeni soykırımını tanırsa, Türkiye soykırım kurbanlarına toprak ve para tazmininde bulunması gerekecektir.” Bazıları için ödenecek tazminatın miktarı değil, ahlaki boyutu yıkıcıdır, çünkü suçluluğu kabullenmenin onur kırıcı birşey olduğu düşünülmektedir. Fakat belki bundan daha da önemlisi, Türkiye’nin uğrayacağı maddi zarardır. “Verilecek tek bir karış vatan toprağı yoktur ve bir çakıl taşı bile vermeyiz” sözü Türkiye’de çok sık tekrarlanan bir ifadedir. Peki gerçek durum nedir? Eğer, para meselesi bir yana bırakılırsa, toprak talep edilmesinin veya verilmesinin yasal veya gerçekçi bir zemini var mıdır? Bilindiği gibi Türkiye Cumhuriyeti ve Ermenistan Cumhuriyeti arasındaki sınırlar, iki ülke arasında 1921’de imzalanan Moskova ve Kars anlaşmaları kesinleştirilmiştir. Bugün geçerli olan uluslararası yasalara göre Türkiye’nin Ermenistan Cumhuriyeti’ne ait bir toprağı işgal ettiğini kimse ileri süremez. Yani Ermenistan Cumhuriyeti’nin bugün Türkiye sınırları içindeki bir toprak parçasının kendisine ait olduğunu iddia etmesinin hiç bir hukuki temeli yoktur ve böyle bir iddia hiçbir çevre tarafından da ciddiye alınmaz. Nitekim, konu hakkında Türkiye’nin hassasiyetlerini bilen Ermenistan, neredeyse bir ritual halinde, hiç bir toprak talebinde bulunmadığını tekrar eder durur. Her iki tarafın aşırı milliyetçi unsurlarının sık sık (bazen de kasıtlı olarak) toprak meselesini gündeme getirmesinin bu nedenle fazla üzerinde durulacak bir boyutu yoktur.

Türkiye maddi tazminat öder mi?
Eğer, sadece içi boş ideolojik bir propaganda aracı olmak dışında bir işe yaramayan toprak talebi meselesini bir yana bırakırsak, geriye maddi tazminat ödenmesi meselesi kalır ki, bu da bir zamanlar Ermenilere ait olduğu bilinen, ancak tehcirden sonra başkalarının eline geçen mal ve mülklerin karşılığı olarak Türkiye’nin mağdurlara ya da mirasçılarına belli bir miktarda para ödemeyi göze alması demektir. Yani Türkiye’nin geçmişteki haksızlıklarını kabul etmesi aynı zamanda, bunu telafi etmek için tazminat ödemeyi kabul etmesi anlamını taşıyacaktır.

Eğer Türkiye’nin bu yüzden tarihiyle yüzleşmekten kaçındığını söylersek, Türkiye’nin asıl derdi, geçmişte ne olup bittiğinden çok, bunun kabul etmenin doğuracağı sonuçlardır diyebiliriz. Ancak durum bu kadar basit değildir. Çünkü Avrupa Parlamentosu’nun 1987’de kabul ettiği karara göre, Parlamento, 1915 olaylarının 1948 tarihli Soykırım Sözleşmesinin tanımladığı unsurlara göre soykırım olarak tanımlanabileceğini ancak bu tarihsel gerçekliğin tesbitinden hareket ederek olanlardan bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin mesul tutulamayacağını ve ona karşı ne politik, ne yasal ne de maddi bir talebin ileri sürülemeyeceğini karara bağlamıştır. Parlamento konu hakkında daha sonra başka kararlar da almıştır ama bunlar yukardaki tutumu esasdan değiştiren kararlar değildir.

Ayrıca Ermenistan Başkanı Robert Koçaryan Türklerden bu olaylardaki sorumluluklarını kabul etmeleri karşılığında herhangi bir toprak ve tazminat talebinde bulunmayacaklarını, Türklerin bu olaylardan duydukları üzüntüyü duymakla yetineceklerini beyan etmiştir. (Koçaryan’ın bu konuda söyledikleri Agos gazetesinin 2 Şubat 2001 tarihli 253. sayısında okunabilir.) Özetle, Türk tarafı, Ermeni hükümetinden toprak ve maddi tazminat konusunda her hangi bir girişimde bulunulmayacağını bilmektedir. Fakat tüm bu verilen sözler Türkiye’yi fazla etkiler görülmemektedir. Bunun iki nedeni olabilir, birincisi, Türkiye Avrupa Parlamentosunun ve Ermenistan hükümetlerinin verdikleri sözleri yeteri kadar inandırıcı bulmamaktadır. İkincisi, Türkiye’nin konuyu tartışmaktan bu kadar kaçınmasının derinde yatan başka nedenleri vardır.

Birinci konu için denebilir ki uluslar arası toplum tarafından bazı ilave garantiler verilmesi, Türkiye’nin kendini daha güvenli hissetmesini sağlayabilir ve onun soykırımı tanıma konusunda adımlar atmasına yardımcı olabilir. Ancak bunlar yapılsa bile sorunun halledilemeyeceğini de görmek gerekiyor. Bu da ikinci boyuttur ve derki, Türkiye’nin tarihiyle yüzleşmeye hazır olmamasının nedeni tazminat ödemek korkusu değildir ve ortada irdelenmeye muhtaç bazı başka nedenler de vardır. Bunlara “ahlaki nedenler” adını verebiliriz.

3. Post-travmatik şok ve geçmiş korkusu
Ortada Türkiye cephesinden yapılan ve “ahlaki” olarak niteleyebileceğimiz bir dizi itiraz vardır ve bence bunlar yukarıda saydığım nedenlerden daha önemlidir. Bunlardan biri post-travmatik şok (travma sonrası şok) ve bununla yüzleşmenin zorluklarına dairdir. (Bu konuyu tartışırken kullanacağım “kollektif travma” terimi gerek tanım gerekse değişik olaylara uygulanabilirliği açısından çok tartışmalı bir terimdir, ancak buna rağmen böyle bir terim olmadan olan biteni açıklamak da zor görünmektedir.) Bir diğer önemli neden,Cumhuriyetin kurucu kadrolarından bazılarını, kahramanlar olarak değil de aynı zamanda hırsız ya da katil olarak tanımlamak tehlikesinin mevcudiyeti gelir. Üçüncü önemli neden de, toplumun bu “suçluluk-savunma-özür” meselesinin nereye kadar gideceği, bu işin sonunun nereye varacağına ilişkin taşıdığı endişelerdir diyebiliriz.

İmparatorluğun en uzun yüzyılı
Kanımca, Ermeniler Türk toplumuna, tarihlerindeki en travmatik olay olan Osmanlı İmparatorluğunun yıkımını hatırlatan bir sembol gibidirler ve Türklere sürekli olarak bu kötü tarihi çöküşü anımsatmaktadırlar. Konuyu biraz daha açmak istiyorum. Bilindiği gibi, üç kıtaya yayılmış büyük Osmanlı İmparatorluğu son 150 yılında bir çözülme sürecine girmişti. Bitmez tükenmez savaşlar, yenilgiler ve büyük insan kayıpları İmparatorluğun devamı konusunda derin endişeler yaratmıştı. Bu yokolma korkusunun ne kadar yoğun olduğunu anlamak için sadece 1870-1920 yılları arasında imparatorluğun topraklarının yüzde 85’ini, nüfusunun ise yüzde 75’ini kaybettiğini hatırlamak yeterlidir.  Bu süreç boyunca, imparatorluğun yıkılmasını önlemek için yapılan her girişim başarısızlıkla sonuçlanırken, yönetici elit, bütün bu olanlar bitenlerden Emperyalist güçleri sorumlu tutmak eğilimindeydi. Onlara göre büyük devletler  Osmanlı İmparatorluğunu yıkmak ve onurunu ayaklar altına almak için sistematik bir çaba içindeydiler.  İmparatorluğun yönetici sınıfı o yıllarda, artık tarihin dışına itildiklerini, artık “hiç kimse” haline geldiklerini ve Emperyalist güçler ve Anadolu’da yaşayan diğer etnik-ulusal gruplar tarafından yokedilmeye çalışıldıklarına çok güçlü biçimde inanıyorlardı. Kısaca devletin toptan imhası ile karşı karşıya olduklarını düşünüyorlardı.

Bu zihniyet atmosferinde, yeni Türk devletinin kurucu kadroları, Cumhriyetin kuruluşu ile birlikte geçmişin bu karanlık sayfalarını kapattıklarını yaralarını sardıklarına inandılar. 1923 onlar için yepyeni bir başlangıç, bir çeşit sıfır noktası oldu. Bu yüzden de, “sıfır noktası”ndan önceki o sıkıntılı yılları anımsatan herşeyden ne pahasına olursa olsun kaçınmak istediler. Cumhuriyetin ilk yıllarında üzerinde konuşulmaktan hiç çekinilmeyen bir konunun zamanla bir tabu haline dönüştürülmesinde bu noktanın büyük bir önemi olsa gerekir. Eğer bir benzetme yapmak gerekirse, Türk toplumu kendini, küllerinden doğan Zümrüdi Anka Kuşu gibi gördü. Ermeniler de sanki onların içinden doğdukları “külleri” sembolize ediyordu. Cumhuriyet, Türkler için, İmparatorluğun yıkıntıları üzerinde yükselen, düşmanları tarafından bile saygıyla karşılanan kollektif bir projenin ahlaki zafer abidesi gibiydi ve bu haliyle daha önce yaşanmış yenilgilerin ve ölümlerin merhemi gibiydi. Bu arka plan bilgisiyle, Cumhuriyetin neden daha önceki dönemlere ilişkin fazlaca konuşmak istemediğini anlamak mümkündür.

Psikoloji bilminden biliyoruz ki, hasta olan kişi, hastalığa sebep olan travma ile yüzleşmek için gereken duygusal esneklikten uzaktır. Bu durum, kollektif kimliklerde de aynen bireylerdekine benzer bir seyir izler. Tarihinde büyük bir travma yaşamış ama bu travma ile yüzleşme cesaretine sahip olmayan; hatta onu bastırmayı ve unutmayı tercih eden bir toplumun bireylere benzer bir tepki verdiğini söylemek mümkündür. Bana göre Türkiye, bu türden bir sosyo-psikolojik bir sorun yaşamaktadır ve bu sorunun tek çözümü, Türkiye’nin geçmişi ile doğrudan yüzleşmesi ve tarihi üzerine açıkca konuşmasıdır. Türk toplumu, geçmişisiyle yüzleşemediği ve travmanın anılarını tutarlı bir tarihsel anlatı içine yerleştiremediği sürece iyileşemiyecektir.

 
Mustafa Kemal Atatürk’ün tutumu
1915 te yaşananın bir toplu kıyım olduğu gerçeği, o dönem yaşayan herkes tarafından, hatta Kurtuluş savaşı önderleri tarafından da aynen kabul ediliyordu. M. Kemal’in Ermenilere yapılanları “alçaklık”, “vahşet” olarak tanımladığı, katliam olarak adlandırdığı onlarca konuşması vardır. (Bu dönemde jenosit terimi kullanılmadı çünkü bu terim çok sonra II. Dünya Savaşı’ndan sonra kullanıma girdi.)  Eylül 1919’da Sivas’ta M.Kemal’i ziyaret eden Amerikan Generali Harbord, Mustafa Kemal için, ”Ermeni kıtâlini o da takbih ediyordu“ diyordu. M. Kemal’e göre, “Ermenilerin katledilip sürülme­le­ri hükümeti ele geçiren küçük bir komitenin ese­ri”ydi. (Rauf Orbay’ın Hatıraları, Yakın Tarihimiz, Cilt 3, s.179) Yine aynı tarihlerde, ABD Radyo Gazetesi’ne verdiği mülakatta “Hiçbir yayılma planımız yoktur… Ermenilere karşı yeni bir Türk vahşetinin olmayacağının garantisini veririz” der.­ (Bilal Şimşir, British Documents on Atatürk, Volume I, s.171, Ankara 1973) Kazım Karabekir’e 6 Mayıs 1920’de çektiği telde, Karabekir’in, yeniden bir Ermeni kıtalı anlamına gelecek her türlü girişimden uzak durmasını ister. (K. Karabekir, İstiklal Harbimiz, s. 707) 24 Nisan’da Meclis’te yaptığı konuşmada, 1915’te Ermenilere yapılanları, “fazahat” (alçaklık) olarak tanımlar. vb. vb. (Atatürk’ün TBMM Açık ve Gizli Oturumlarındaki Konuşmala­rı, Cilt I, s.59)

O yıllarda, Ermenilere yönelik yapılanların bir katilam olduğu tartışma konusu bile değildir, hatta suçluların cezalandırılması gerektiği açık olarak savunulur. 1919 Eylül’ünde, İstanbul’daki Ali Rıza Paşa Kabinesi ile M. Kemal arasında bir dizi yazışma yapılır. İstanbul adına yazışmayı yürüten Harbiye Nazırı Cemal, M. Kemal’in (Heyet-i Temsiliyenin) “Harp esnasında yapılan her nevi cinayet faillerinin cezayi kanuniyeden kurtulamayacakları”, yolunda bir açıklama yapmalarını ister. Cevabi yazıda M. Kemal, ”harp esnasındaki suiidarelerin meydana çıkarılıp tecziyesi, vatanımızda mes’uliyetin büyük ve küçüklere seyyan olduğunu, kanun devrinin tamamen bitarafane ve kemali adlü hakkaniyetle başladığını idrak etmek ehassi amalimizdir“ der. Üstelik bu cezalandırmanın, ”birçok münakaşalara sebep olacak olan kağıt üzerinde reklam tarzında neşriyattan ziyade bilfiil tatbikatile yârü ağyare izharını daha muvafık ve faideli“ gördüğünü ekler. Yani M. Kemal’in beklediği cezalandırmaların kağıt üzerinde reklam amaçlı değil, somut uygulama biçiminde olmasıdır. (Nutuk, Cilt III, Vesikalar, Vesika 141-2, s. 164-6)

Kırım suçlularının yargılanması Amasya görüşmelerinde ele alınır. Görüşmelerde üçü açık ve imzalı, ikisi gizli ve imza­sız beş protokol karara bağlanır. 21 Ekim 1919 tarihli birinci protokolde,  “İttihatçılığın, İttihat ve Terakki fikrinin memlekette tekrar uyanması, hatta bazı alâiminin meşhut olması siyaseten muzırdır…Tehcir dolayısıyla irtikabı cürmedenlerin kanunen mücaza­tı adlen ve siyaseten elzemdir“ denir. Üçüncü protokol yapılacak seçimlere ilişkindir ve Ermeni Kırımı nedeniyle aranan İttihatçıların seçimlere katılmasının engellenmesi gerektiği konusunda anlaşma sağlanır. Bunu için Anadolu hareketi seçimlere müdahele hak­kını kendisinde saklı tutar. ”İçtima edecek heyeti meb’usan meyanında şahsiyetleri ittihatçılığı mesavisile alâkadar ve tehcir ve taktil mesailile ve menafii hakikiyei millet ve memlekete münafi sair mesavi ile lekedar olan kimselerin bulunması caiz olmadığından bu cihete mâni olmak için mümkün olan esbaba tevessül edilebilir.“ (Nutuk, Cilt III, Vesika 159-160, s. 193-4)

Skriv en kommentar

Kategori

Arkiv